İlber Ortaylı

Lozan Antlaşması

18 Mayıs 2025
Lozan Antlaşması’nın, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren, bölgede barışı sağlayan ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin statüsünü belirleyen bir antlaşma olduğu unutulmamalıdır. Lozan Antlaşması’nın hükümleri ve sonrasında yapılan ek antlaşmalar zaman içinde değişiklik göstermiştir. Hatay’ın ilhakı, Kıbrıs meselesinin çözümü, Montrö Boğazlar Rejimi gibi gelişmeler buna örnektir. Ancak antlaşmanın esası yeniden ele alınmayacaktır. Bu nedenle Lozan’a aykırı yeni hükümler beklenemez. PKK’nın silah bırakması gibi gelişmelerin de Lozan’a aykırı hükümler getirmesi söz konusu olamaz.

İSVİÇRE’nin Lozan kentinde, göl kıyısındaki Palais de Rumine’de imzalanmıştır. Sevr Antlaşması hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Osmanlı Meclis-i Mebûsan’ı dağıtıldığı için bir “saltanat şurası” toplanmış (orada tek kişi itiraz etmiştir; Maraşlı Topçu Rıza Paşa), ancak bu şuranın antlaşma metnini kabulü padişahın tasdikine sunulmadığı için İstanbul Hükûmeti tarafından da resmî olarak geçerli sayılmamıştır. Asıl tepkiyi ise Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti göstermiştir. Hatta Sevr Antlaşması’nı imzalamak üzere giden heyeti, Ankara Birinci İstiklal Mahkemesi, vatan haini ilan ederek idamlarına hükmetmiştir. Yunanistan parlamentosu hariç, harb eden devletlerin hiçbiri de Sevr’i tasdik etmemiştir. Daha ilginci, Amerika Birleşik Devletleri Lozan Antlaşması’nı halen kendi kongresinden geçirmemiştir.

Lozan Antlaşması ile bugünkü Türkiye’nin sınırları belirlenmiştir. Ermeni devleti tanınmamış, Kürdistan konusu gündeme getirilmemiştir. Hatay ili hariç olmak üzere, doğu ve batı sınırlarımız bugünkü gibi tespit almıştır. Kıbrıs’taki İngiliz hâkimiyeti tanındığı için bu hüküm, ancak 1960’ta önce Londra-Zürih Antlaşmalarıyla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti ve ardından 1974’teki fiilî müdahale ile Lozan’a aykırı şekilde yeniden düzenlenmiştir.

LOZAN’A AYKIRI YENİ HÜKÜMLER BEKLENEMEZ

Lozan görüşmelerinin ilk döneminde siyasi sınırlar büyük ölçüde sorun yaratmamıştır. Asıl tartışmalar borçlar meselesi ve kapitülasyonlar üzerindeydi. Bu noktada, kendi aralarında ihtilaflı olan İtilaf Devletleri bile Türkiye’ye karşı birleşmişlerdir. Dolayısıyla Lozan’ın asıl önemi, birinci görüşmelerin bu yüzden kesilmesinde ve ikinci turda da bu konudaki baskılara karşı taviz verilmemesinde yatmaktadır. Birinci görüşmelerde Lord Curzon’un ısrarı sonuç vermemiştir; Curzon ikinci görüşmelere katılmamıştır.

Lozan’da patrikhaneler konusunda açık bir hüküm yoktur. Patrikhanelerin Türkiye kurumu olduğu tespit edilmiştir. Komisyon konuşmalarının ilk safhasında, patrikhanenin yurtdışına çıkarılmasını İsmet Paşa’nın talep ettiği bilinmektedir. Ancak ikinci safhada Patrikhane Türkiye toprakları içinde kalmıştır. Bu gelişme yerindedir.

Lozan Antlaşması’yla, Türkiye, Mondros Mütarekesi’nde İngiltere’ye verilen rolü üstlenmiş; Boğazlar Komisyonu Başkanı olmuştur. Ancak boğazların savunmasında Türk ordusuna ya da herhangi bir askere görev verilmemiştir. Sivil bir kuruluş olan Boğazlar Komisyonu yetkiliydi. Pratikte askerlik dışı sorunlar yaratan bu statü, Türkiye’nin müdahalesi ve hukuki uyumunu ispat etmesiyle 1936’daki Montrö Antlaşması’yla değiştirilmiş; boğazların korunması Türk Bahriyesi’ne bırakılmıştır.

Lozan Antlaşması’nın hükümleri ve sonrasında yapılan

Yazının Devamını Oku

80. yıl

11 Mayıs 2025
İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden 80 sene geçti. Türkiye savaşın dışında kaldı. Rusya ile bir saldırmazlık paktı elde etmeye muvaffak olamamıştık. Sovyetler Birliği bu anlaşmayı yapmadı. 1941 Haziranında Almanların Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye’deki gergin ve endişeli bekleyiş sona ermiş; İsmet Paşa’ya sabaha karşı haber bildirildiğinde, sinirli bir insanın boşalması gibi uzun bir kahkaha attığını söylerler. Ardından da zeybek oynamış. Harbin dışında kaldığımız artık açıktı. Yine de her şeye rağmen, eski bir devletin akıllı kurmaylarının idaresindeki Türkiye, birçok Balkan ve Orta Avrupa devletçiğinin yaptığı gibi Almanlara yanaşma fiilini gerçekleştirmiş değil. İsmet Paşa’nın “Almancı” politikayla suçlanması, onun diplomatik manevralarını ve ortaya koyduğu mizanseni anlamayanların sözüdür.

7 Mayıs 1945, Berlin’in düşmesi; Kızıl Ordu’nun Elba Nehri’ne kadar Alman Reich’ının topraklarını işgal etmesi ve ardından ortada kalan başkent Berlin’i ele geçirmesidir. Böylelikle Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı bitmiş sayılıyor.

Savaş, Sovyetler Birliği’ne ani şekilde geldi. 1941 Haziranı’nda, hazırlıksız bir şekilde Brest’ten Alman ordularının saldırısıyla başladı. Bu ani saldırıdan, Sovyetler Birliği’nin harbe hazırlanmadığı anlaşıldı. Molotov - Ribbentrop Paktı’na mutadın ötesinde fazla güvenmişlerdi. Oysa Hitler Almanyası’nın asıl amacı, eldeki Romanya petrolünün yetersizliği, kendi kömür havzasının İtalya gibi müttefiklerle paylaşılması dolayısıyla aynı şekilde tükeneceği düşüncesiydi. Bu nedenle Ukrayna’nın zengin kömür yatakları ve Bakü petrolleri hedeflenmişti.

Savaşa giren Kızıl Ordu’nun silah ve donanımı, düşman karşısında yeterli değildi. Dolayısıyla Almanya, pek de hak etmediği bir süratle ilerledi. Moskova, Leningrad (Petersburg) ve Stalingrad (Volgograd) hattı, Sovyetler Birliği’nin savunma hattı hâline geldi. Uzun harbi bütün safahatıyla burada ele alamayız. Kalabalık sayıda esir, Almanların elinde Cenevre Antlaşması hükümlerine iki taraf da uymayacağı için hiç de insani ve askerce olmayan şartlarda ayrı kamplarda tutuldu.

Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’nın sonunu getiren Nazi Almanyası’nın koşulsuz teslim oluşunu kutlamak için Opera Garnier önünde toplanan Parisliler.

TÜRKİYE SAVAŞIN DIŞINDA KALDI

Almanya, işgal ettiği topraklarda -özellikle Ukrayna’da- sevinçle karşılandı. Rusya’da ise çok gaddar bir işgal sistemi yürüttü. Bununla birlikte, Sovyetler de çok gaddar bir işgal sistemi uygulandı. Ancak Sovyet Rusya, Batı dünyasıyla ittifak sistemi içine girdi. İran işgal edildi. Batıdan askerî yardım bu yolla Sovyetler’in güneyine ulaştı. Ağır sanayi tesisleri, hatta Bilimler Akademisi bile Kazakistan’a nakledildi. Seferberliğin ağır şartları içinde, bir müddet sonra İngilizler (Montgomery) El-Alameyn’de Mareşal Rommel’i durdurdular. Amerika’nın da savaşa girmesiyle Avrupa’daki harp, Almanlar aleyhine dönmeye başladı. Sovyetler Birliği, kalabalık ordusunun teçhizatını kuvvetlendirerek bilhassa 1943 kışından itibaren Stalingrad’da Almanları durdurdu. Leningrad ile Moskova kendini savundu ve savaş aslında, 1942 sonundan itibaren Almanya aleyhine döndü.

Türkiye savaşın dışında kaldı. Rusya ile bir saldırmazlık paktı elde etmeye muvaffak olamamıştık. Sovyetler Birliği bu anlaşmayı yapmadı. 1941 Haziranı’nda Almanların Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye’deki gergin ve endişeli bekleyiş sona ermiş; İsmet Paşa’ya sabaha karşı haber bildirildiğinde, sinirli bir insanın boşalması gibi uzun bir kahkaha attığını söylerler. Ardından da zeybek oynamış. Harbin dışında kaldığımız artık açıktı.

Yine de her şeye rağmen, eski bir devletin akıllı kurmaylarının idaresindeki Türkiye, birçok Balkan ve Orta Avrupa devletçiğinin yaptığı gibi Almanlara yanaşma fiilini gerçekleştirmiş değil.

Yazının Devamını Oku

İstanbul’un işgali

4 Mayıs 2025
İstanbul 16 Mart 1920’de yeniden işgal edildi. İngilizler, boğazların kontrolü konusunda son derece acımasızdı. İngiltere ile Fransa arasında bir gerginlik mevcuttur. Yorgun düşen İngiltere, İstanbul’u taze Yunan kuvvetleriyle elde tutmak istemiş; ancak bu proje uygulamaya konulamamıştır. Fransa’nın bu devir teslim planına karşı çıkacağı, Mareşal Franchet d’Espèrey’in açıklamalarıyla da ortaya konmuştur.

İstanbul’un 16 Mart’ta İngilizler tarafından yeniden işgali ve Britanya Komiserliği’nin bütün İstanbul’un üst kademe komutasını ele almasına rağmen; özellikle Balkan ordusunun galibi, mareşal Franchet d’Espèrey’nin sık sık müdahaleleriyle – Suriçi İstanbul’da daha farklı bir ortam gözetlenebiliyordu. Bu durum, işbirliği yapan millî kuvvetlerin hem istihbarat sağlama, hem geçenlerin organizasyonu ve örgütlenip kaçırılması, hem de silah nakli konusunda daha aktif olabilmelerini sağlamıştır.

İNGİLİZLER BOĞAZLARIN KONTROLÜNDE ACIMASIZDI

İngilizler, boğazların kontrolü konusunda son derece acımasızdı. Özellikle İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e giriş noktasında bu durum açıkça görülürdü. Buna rağmen, 5 Temmuz 1920’de millî kuvvetler, Beykoz’un doğusunda yer alan Selviburnu Karakolu’nu işgal ettiler. Buradaki İngiliz ve Yunan kuvvetleri, kısa bir çatışmadan sonra Beykoz’u boşaltmak zorunda kaldı. Boğazdaki İngiliz filosu Türk mevzilerini top atışına tuttu; ancak milliyetçiler geri çekilmedi. Aynı saatlerde başka bir milliyetçi grup, İstanbul’un doğusunda Maltepe’ye baskın düzenledi.

Boğaz’da İngiliz işgal kuvvetleriyle – özellikle Pencablı askerlerle – Kuvâ-yı Milliyeciler arasında silahlı çatışma yaşandı. 10 bin ila 20 bin kişinin akın akın Rumeli tarafına geçmeye çalıştığı not ediliyor. Millet Meclisi’nin açılışından ve faaliyete geçmesinden sonra İstanbul’daki en mühim ayaklanma ve direniş budur. Bu olay, cephedeki düzenli ordunun kuruluşu sırasında İtilaf Devletleri’nin işgal kuvvetlerini en çok sarsan gelişme olarak nitelendirilmektedir.


Erhan Çifci arşivi.

Askerî tarih uzmanı Dr. Erhan Çifçi

Yazının Devamını Oku

Papa Francis

27 Nisan 2025
Papa hakkında yazılanlar; “ultimi” dedikleri marjinallerin ve yoksulların papası, “Il Papa della gente” yani “halkın papası” şeklindeydi. Cizvit ama alışıldık Cizvitler gibi üniversiteye kapanan araştırmacılardan ya da misyonlarda propaganda yaparken dünyayı tanıyanlardan değildi. Ne Cardinal Ratzinger gibi birçok dil bilen ve derin felsefi çalışmalara sahip biri, ne de Polonyalı Papa II. Jean Paul gibi dünya politikasına hâkim biriydi. Ancak kendine özgü bir kişiliği olduğu kesin. Hülasa, vefat eden Papa’nın kilisede bir devrim yaptığı söyleniyor. Mutlaka, kendisinden önceki Papa XVI. Benedictus’a ve II. Jean Paul’a kıyasla daha “devrimci” (revülosyoner) bir figür olarak görülüyor. Ancak bu nitelendirme, tartışmaları ortadan kaldırmıyor. Zira kilise içinde hâlâ olacak ve olmayacak şeyler var.

PAZARTESİ sabahı saat 08.00’de Roma uçağındaydım. İki saat sonra indik. Uçak havadayken Papa’nın ebediyete intikal ettiği bildirildi (Roma, 7.35). Bir hareketlenme oldu. Ancak doğrusu, nüfusu dört milyona yaklaşan bu şehrin, Paskalya tatili turistleri de varken Roma’nın günlük hayatını çok etkilediğini söylemek mümkün değil. Ancak merkezde, St. Pietro ile Tiber Nehri’nin iki yakası arasında bir hareketlilik vardı.

Geliş sebebimiz olan faaliyetimiz olan “Birinci Roma’dan Üçüncü Roma’ya (Da Roma alla Terza Roma) Konferansı”nın Capitol’deki sabah oturumu iptal edildi. Oturuma başkanlık edecek olan Kardinal Agostino Marchetto, bu ölüm dolayısıyla orada bulunamayacaktı. Ama ilginçtir, kilise adamları hiçbir işi yarım bırakmaz, ciddilerdir. Oturumlar öğleden sonra üniversitenin başka bir kampüsüne taşındı ve Kardinal Marchetto geldi. Böylece oturum devam etti.

Papa Francis, 2014 yılında Türkiye’yi ziyaret etmişti. Papa, İstanbul Harbiye’deki Kutsal Ruh Kilisesi’nde barışın sembolü olarak güvercin uçurmuştu.

PRATİK YÖNÜYLE TANINIYOR

Papa hakkında yazılanlar; “ultimi” dedikleri marjinallerin ve yoksulların papası, “Il Papa della gente” yani “halkın papası” şeklindeydi. Bunun yanında bazı başka yorumlar da daha geri planda yapılıyordu ama ağırlıklı olarak şu konular konuşuluyordu: “Ukrayna’yı değil, Rusya’yı destekledi”, “Avrupa karşıtıydı”, “Dünyanın güneyinden geliyordu (yani Latin Amerikalıydı)”. Kardinal seçimlerinde bile bu tutumu görülüyordu; kadınları rahip yapmak istedi. Bu, kabul edilemez. “İsa erkektir, rahipler de bir anlamda onun vekilidir” diyorlar muhafazakârlar, ama mütereddid olanlar daha çok.

Papa, pratik yönüyle tanınıyor. Güney Amerika’nın şartları içinde yetiştiği açık. Cizvit ama alışıldık Cizvitler gibi üniversiteye kapanan araştırmacılardan ya da misyonlarda propaganda yaparken dünyayı tanıyanlardan değildi. Ne Cardinal Ratzinger gibi birçok dil bilen ve derin felsefi çalışmalara sahip biri, ne de Polonyalı Papa II. Jean Paul gibi dünya politikasına hâkim biriydi. Ancak kendine özgü bir kişiliği olduğu kesin. Türkiye’ye geç kalmış gibi görünen ziyaretini neden bu kadar dikkatle ve özlemle beklediği ise bilinemez.

İkinci gün daha ilginç bir gelişme yaşandı: Televizyonlarda son dakika haberi olarak, İsrail’in başsağlığı taziye mesajını iptal ettiği duyuruldu.

Hülasa, vefat eden Papa’nın kilisede bir devrim yaptığı söyleniyor. Mutlaka, kendisinden önceki Papa XVI. Benedictus’a ve II. Jean Paul’a kıyasla daha “

Yazının Devamını Oku

Kıbrıs

20 Nisan 2025
Doğu Akdeniz’in Kıbrıs Adası’yla savunulması; hem Çukurova için, hem güneybatıdaki Hatay için, hem de güneydoğu sınırlarımız için çok gereklidir. Bu, Türkiye’nin emniyeti için gerekli olduğu gibi; denizciliği zayıf olan Ortadoğu’daki devletler ve tabii ki şuursuzca AB’nin peşine takılarak Güney Kıbrıs’ı tanımaya, KKTC’yi Türkiye Cumhuriyeti’yle olan bağını inkâr etmeye yönelen kardeş cumhuriyetler için de hassaten doğrudur. Gelecekte bu cumhuriyetlerin halkı, Akdeniz’de temas kurmak istediklerinde nereye ayak basacaklardır? Şayet Kıbrıs gibi bir kardeş ve müttefik cumhuriyet yanlarında olmazsa, bu denizde seyrüsefain imkânları olabilir mi?

KIBRIS Adası üzerinde, Londra ve Zürih Antlaşmaları gereği üç devletin garantörlüğü vardı. Bu statünün değiştiği söylenemez. İkisi düzenli askeri birlikler bulunduruyor: Türkiye ve Yunanistan. İngiltere’nin ise üsleri var. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs’ı (tabii Güney Kıbrıs’ı) birlik içine üye olarak alması, Yunanistan’ın ısrarı diye takdim edilse de, birlik üyelerinin –en başta Almanya ve Fransa’nın– Doğu Akdeniz’i kontrol amaçlı, kendi yararlarına bir yerleşme yarattıkları çok açıktır. O tarihte Britanya da henüz AB’den ayrılmamıştı.



Binaenaleyh, Avrupa Parlamentosu’nda ayrılma kararının açıklandığı gün, neredeyse zil takıp oynayan (bu bir abartma değil) Lord Owen’ın ham gösterisine karşılık, oturum başkanı “Sir, artık yeter. Zaten ayrıldınız, salonu da terk ediniz” diyerek karşılık vermişti. Bu AB tarihinin trajikomik bir manzarasıdır. Lord Owen daha önce AB adına her yerde romantik büyük, birleşik Avrupa nutukları atardı...

SİSTEMATİK BİÇİMDE ENGELLENECEKLER

Kuzey Kıbrıs, AB’nin dışında kalacak, şart o ki güneye girsin.

Yazının Devamını Oku

Tehlikede olan sadece Kıbrıs değil Türkiye’nin geleceği

13 Nisan 2025
Ursula von der Leyen çantasında parayla gezen bir teyze. Orta Asya ülkelerine 12 milyar Euro’luk yatırım vaat etmiş. İçlerinden en alakasız üye Yunanistan fırlıyor. “Kıbrıs’ı tanımalarını şart koşun” diyor. Onlar da hemen onaylıyor. Eğer hızla müdahale etmezsek; sadece uğrunda bu kadar fedakârlık yapılan Kıbrıs’ı değil, ülkemizin nüfus azalmasından dolayı çekeceği sıkıntıları karşılayacak iş gücünü, sanatlarımızı, bilim dünyasını, hatta boşaltılan sağlık sektörünü restore edecek kuvveti de kaçıracağız. Yani Türkiye’nin geleceği de tehlikeyle karşı karşıya.

Avrupa Birliği bir fiyaskodur. 1950’lerde, İkinci Cihan Harbi sonrasının iki tane muhafazakâr lider vardı. Birisi, hakikaten Fransa’nın yerlere düşen onurunu düzelten bir komutan; muhafazakâr da olsa geniş görüşlü münevverlerinin de temsilcisi General De Gaulle. Türkiye’de sol sağ herkesin beğendiği bir liderdi. Tabii Fransa’da da öyle. Fransız solcu ve sağcı seçmenler hayatlarının en mutlu, en müreffeh zamanlarını onun reformlarına bağlarlardı.

Almanya’da savaşta yenilse de teknisyenlerini iyi muhafaza eden ve bu yüzden Amerikan sermayesini iyi kullanan, işletme yöntemleri bakımından en mükemmel Avrupa ülkesinin Federal Almanya’nın başında da Konrad Adenauer vardı. Adenauer’ın arka planda destekçisi Hjalmar Schacht idi. İkisi bir araya geldiler, Avrupa Birliği’nden bahsettiler. Fransa ve Almanya, İtalya’sız olmazdı. “İngiltere” dediler ama De Gaulle şiddetle karşı çıktı... Bir müddet Britanya uzak tutuldu. Hoş, Commonwealth İngilteresi’nin de bu dışlanma pek umurunda değildi. Er veya geç içeri buyur ettiler. Bir müddet sonra İngilizler kendileri kaçtılar.

Bir dönem Avrupa Birliği Amerika’nın alternatifi gibi göründü. Bir devir oldu, Sovyet bloğunu eriten unsur o sayıldı. Bunların hepsi geçici başarılar.

ÇOK HAM BİR YAKINMA

Türkiye Avrupa Birliği’ne girme şansını kaçırdı” diyenlerden değilim. Çok ham bir yakınma olur. Ama başta Türkiye’deki temsilcimiz, Nilgün Cerrahoğlu’nun eşi, eski Avrupa Birliği Türkiye Temsilcisi Gian Paolo Papa ve zamanın AB liderlerinin ısrarına rağmen Ecevit hükümeti bu işe iltifat etmedi. 1974’te müracaat etmedik. İnönü’nün Ankara Anlaşması’yla başlayan girişimini Ecevit tamamlamadı. Kabahat onun değil.

Şunu açıkça söyleyelim: Türkiye sanayisi kendinden emin değildi. Her zaman olduğu gibi yine yanıldılar. İki arkadaşımızın yazdıkları hatıratta hiç zikretmedikleri bir husus var: İlter Türkmen, diplomatik hayatının umulmaz bir hatasını yaptı. Avrupa Birliği’ne müracaat etmememizi ısrarla önerdi. Geri çekildik. Yunanistan ise müracaat etti. İkimiz etseydik Yunanistan’ı da dışarı çekerdik. İki devlet de alınmazdı ama Yunanistan tek başına girdi. O günden beri de kâbusumuz oldu.

Ursula von der Leyen

Yazının Devamını Oku

İstanbul kuşatması

6 Nisan 2025
İstanbul kuşatmasının ilk safhasında, surlar dönemin en büyük toplarıyla dövüldü. Sayısız kuşatmayı atlatmış olan İstanbul surlarında, önemli gedikler açıldı. Surların yıkılmasıyla Fatih’in ordusu şehrin içine girdi. Nihai hücumlar kara surları üzerinden gerçekleştirildi. Bizans, sokak savaşlarıyla başkentini canhıraş bir şekilde savundu. İmparator Konstantinos da bizzat savaşanlar arasındaydı.

Tarihte, babasının ölümü üzerine henüz beş yaşında tahta geçen hükümdar dahi vardır. (XIII. Louis’nin ölümü üzerine XIV. Louis’nin tahta çıkması gibi.) Şüphesiz, annelerinin naipliğiyle 18 yaşına kadar hükümdar sayılmaları, hukuken tartışmalı bir durumdur. Osmanlı tahtında da buna benzer örnekler mevcuttur. Şedid bir hükümdar olan IV. Murad da çok küçük yaşta, henüz buluğ çağına ermeden tahta çıkmıştır. Niyabet (naiplik) Valide Kösem Sultan’daydı. Gerçek anlamda iktidarı ele alması ise daha sonra gerçekleşmiştir.

FATİH HEPSİNİN ÖTESİNDEYDİ

İstisnai şahsiyetlerden biri de Sultan Abdülmecid’dir. 16 yaşında tahta geçmek zorunda kalmıştır. Sert kararlar alan bir devlet adamı ya da büyük bir reformcu olmaktan ziyade, olayları arka planda yöneten bir hükümdardı. Tanzimat kadrosu gibi, birbirleriyle geçinmeye doğuştan isteksiz devlet adamlarının arasını bulmakta, en olgun arabulucuları bile hayrete düşürecek bir uzlaştırıcı kişilik olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu olgunluğu ve manevra kabiliyetiyle, bugünün birçok gencinin sadece eğlence peşinde koştuğu yaşlarda bir imparatorluğu idare ediyordu.

Büyük Fatih, tüm bu örneklerin ötesindedir. Henüz 12 yaşında Osmanlı tahtına geçti. Bugünkü Anadolu toprakları (Ankara dâhil) ve Rumeli’de Sırbistan sınırı ile Arnavutluk’a kadar uzanan toprakların padişahıydı. Öncelikle, Karaman Beyliği -yani bugünkü Konya ve çevresi- ile mücadele etmek zorundaydı. Avrupa’da ise Haçlı orduları, güçlü Macar Krallığı’nın ve Hunyadi’nin komutasında üstünlük sağlamaya çalışıyordu. Bir dönem, babasıyla birlikte adeta dönüşümlü bir taht yönetimi söz konusuydu. Ancak 20 yaşından itibaren tüm yetki onun eline geçti.

Türkiye tarihinin günümüze kadar gelen pek çok kurumunun temellerini o attı. Balkanlar’da hâlâ etnik ve kültürel izleri görülebilen birçok yapı, onun döneminden kalmadır. Ancak bütün bu miras, çoğu zaman gölgede kalır. Çünkü İstanbul her şeyin üzerindedir. Bugünün dünyasında 20 milyona yaklaşan nüfusuyla garip bir metropol olan İstanbul, bir yanıyla en temel medeni imkânlardan yoksunken, diğer yanıyla dünya metropolleriyle konfor açısından yarışır hale gelmiştir. Ve bunu Türkler inşa edebilmiştir.

Fatih Sultan Mehmed’in fethi, dört asır boyunca inanılmaz eserlerle taçlandırıldı. Ne yazık ki bugün ise bu mirasın tahribiyle meşgulüz. En başta, Fatih’in inşa ettirdiği Taşkızak Tersanesi’nin üzerine Haliç’te çirkin bir otel yapıldı ve temelleri betonla dolduruldu.

6 NİSAN 1453’TE BAŞLADI

Yazının Devamını Oku

Molla Çelebi Camii

30 Mart 2025
Molla Çelebi Camii son dönemde Kabataş iskelesi civarında “harika bir yapı” yapacağını sanan bir mimar tarafından farklı biçimde gölgelenmeye çalışıldı. Çilekeş caminin nihayet iç kısmı da yangına maruz kaldı. Türkler, Osmanlı mirasını şu ya da bu şekilde tahrip etmeye devam ediyor.

Koca Sinan Ağa’mız (general demektir) büyük bir şehir plancısıydı (urbanistti). Tarih ve gelişim, ona İstanbul’u en büyük hediye olarak sundu. Haliç’in kıyılarından başlayarak bugünkü Beşiktaş’a kadar İstanbul siluetini tamamlayacak ikinci bölgeyi ele aldı. Yarımadanın siluetini tarih çizmişti: Topkapı, Ayasofya ve içerilere doğru Rüstem Paşa Camii... 1500 yıllık şehrin yapısıyla fazla oynamak istemedi. Saygılı bir adamdı. Boş olan Pera bölgesiyle birlikte büyük İstanbul’u tamamladı.

Önce, bugünkü tersanenin bulunduğu yerde, Unkapanı Köprüsü’nün başında, imparatorluğun büyük sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa adına bir cami yaptı. Burası Azapkapı olduğu için, cami de “Azebhane” olarak anılır. Birileri burayı azap çekilen yer diye düşünüp rehber yazıyor. Tarihçi Hammer bile bu noktayı atladığı için camiyi “Arap Camii” diye okumuş; Azaplarla Arapları birbirine karıştırmış. İstanbul’un kuşatılmasında Arapların kullanıldığını öne sürüyor. Biraz ötede yer alan ve bugün “Arap Camii” denen yerde ise aslında bir Fransisken kilisesi vardı. Mimar Koca Sinan, bu yapının civarına hiç müdahale etmemiştir. Kılıç Ali Paşa’nın, Venedik mimarisi ve inşa üslubuyla, denizi doldurarak yaptırdığı cami ise, onun Ayasofya’ya bilinçli bir şekilde benzetilmiş bir modelidir.

ÇİLESİ BİTMEK BİLMEDİ

Daha ileride Molla Çelebi Camii ve nihayet Beşiktaş’ta Sinan Paşa Camii yer alır. Sinan Paşa Camii, 1950’lerin çılgın mimari anlayışıyla iki büyük tahribata uğradı: Önce Barbaros Bulvarı gibi manasız bir bulvar için yeri seçildi, ardından Sinan Paşa Hamamı yıkıldı. Molla Çelebi Camii ise, son dönemde Kabataş iskelesi civarında “harika bir yapı” yapacağını sanan bir mimar tarafından farklı biçimde gölgelenmeye çalışıldı. Çilekeş caminin nihayet iç kısmı da yangına maruz kaldı.

Bu gibi olaylarda belediye ve hükümetin imar müdahalelerinin de rolü olmasına rağmen bunlardan pek bahsedilmiyor. Türkler, Osmanlı mirasını şu ya da bu şekilde tahrip etmeye devam ediyor. Şehzade Camii haziresindeki rezalet, kimsenin savunabileceği bir durum değildir. Ancak Şehzadebaşı ve Saraçhane’nin en büyük felaketi, 1950’li yıllarda inşa edilen o çirkin belediye sarayıdır. Bu yapı, basit bir kopyadır, abartılıdır. Üstelik akademisyen mimarların imzasını taşımaktadır. Daha da önemlisi, depremlerde zarar görmesine rağmen yıkılması gerekirken “milli eser” olarak tescil edilmiştir.

GELECEK NESİLLER 

Yazının Devamını Oku
OSZAR »